Döner dönmez evde badanaya
ve köşe kenarın elden geçtiği minik inşaatlara başlayacaktık. “Sağ olsun”
kayınvalidem de gelince bizimle, kaldı her şey.
Duvarlar kese kâğıdından
bir ton açık, tavanlar bembeyaz olsun, elektrik kabloları ortalıktan
toparlansın, elektrik düğmeleri de yenilensin, banyoyu da olabildiğince
yenileyeyim istiyorum. Ev kira. Salonun halılarını
değiştireyim diyorum, mutfak masasını da. Kitap odamı ve giyinme odamı tamamen
yenileyeceğim zaten.
Tüm bu işlere girmeden
önce de, komple bir ev hafifletme operasyonuna girişmek istiyorum. Her bir
deliğe, köşeye gireyim, elden geçmeyen, dokunmadığım eşya kalmasın istiyorum.
Dip temizlik yanında, istiflenmiş tüm eşyaları asıl sahiplerine ulaştırayım
diyorum. Evde kullanılmayan hiçbir şey kalmasın istiyorum. Tüm ağırlıklardan
kurtulmak istiyorum.
İstiyorum istemesine de,
bir türlü işlere girişemiyorum. Plan bile yapamıyorum, çünkü sevgili Anneciğim’in
ne zaman evine döneceğini bilmiyorum. Soramıyorum da. “Öyle yaparız, böyle
ederiz” diyorum, yok. E havalar da soğuyor. Tüm bu aklımdakiler için, bir kere, badana öncesi için de, zaman lazım. Sabah
08:00 akşam 20:00 çalışıyorum. Yurt dışı programım da çıktı. Bir an önce
başlamam lazım.
...
Geçmedi o bir ay.
Neyse, inşaat da badana
da bitti sonunda çok şükür. Canım Aşkım Mamişkom yetişti. Kullanılmayacak, giyilmeyecek
ne varsa verildi. Atılacaklar atıldı. Dip köşe kırklandı. Havası da enerjisi de
mis oldu evin. Ohhhhh…
Giyinme odam ve kitap
odamı yenilemek kaldı geriye. Onlar da artık yavaş yavaş. Gerçi zaten kitaplıkları
ve gardırobu beğendim IKEA’dan da. Alması, taşıması, yapması, yerleştirmesi
kaldı. Montajları kendim yapasım var. Artık,
yeni yıla girmeden bitireceğim inşallah. :-D
Yoruldum da. Koşturmaktan
daha çok, “Ne zaman başlayacak? Nasıl olacak? Havalar soğudu! Her yerler
ayakta!” telaşesinden. Beyin durmadı plan yapmaktan. Biraz sakinleşeyim, kendimle ilgileneyim. Yoksa beni benden
çıkaracak bu stres ve yanında getirdiği o saçma sapan, kıtlıktan çıkma yeme
manyaklığı. Fark etmeden neler
gidebiliyor mideye, hayretler içinde
kalıyorum. Hele de akşamları. Hoooop, bir
bakmışım dünyalar midemde!
Tüm gün deliler gibi çalışmış beyine trafik ve üzerine
de evde yapılacakları, planlamaları verince, uyuşuyor kendileri tabi. Zihin kendinden geçiyor, farkında olmuyor,
sarhoşluk, şuursuzluk seviyesine düşüyor. Olanlar da, tam da o anlarda (ansızlıklarda!)
oluyor.
Acilen, zihni kendine
getirme, “an”’da kalma, farkındalık yaratma işlerine girişmek gerek.
Eve gelir gelmez, 5
dakika bile olsa meditasyona oturayım ben.
2 dakka bir sessizce oturup,
nefesine odaklanmak, sakinleşmek, gelen giden düşünceleri gözlemleyebilmek, o
düşünceleri sahiplenmeden, içlerine girmeden, uzaktan tanık olmak… Hepsi bu!
Bir Yoga Hocası olarak
ben Lotus’ta oturuyorum elbette! Hani şu bağdaş kurduğun, ama bir şekilde bacakların
birbirine girdiği, ayakların yukarıda, üstte kaldığı, ünlü Yoga oturuşu, Padmasana.
:-p
Yok, be yahu! Şaka! Kolu bacağı kırmanın hiiiiç alemi yok. Kolayca o poza girebilen varsa girsin elbette. Ama bu, “Lotus yapan en
aydınlanmıştır!” anlamına gelmiyor. Sandalyede oturan çooook daha derin meditasyonlara dalıyor olabilir. Yoga duruşlarında, o fotoğraflarda gördüğümüz en uç noktadaki pozlara ulaşmaya odaklanmak yerine, o duruşu daha denerken bedeninde ne hissettiğine ve bedenin enerjetik boyutundaki değişimlere bakmaktır mesele.
Son aldığım eğitimden de edindiğim en
önemli çıkarım, (ha evet, onca işin arasına bir de eğitimler sıkıştırıyorum)
akıştaki bütünsel bedene ulaşmak, yavaş, hatta daha da yavaş hareketler ile ve limitlerini zorlamanın aksine, minik akışlar ile mümkün. Yani, zorlamadan daha kolay aşabiliyorsun limitlerini aslında. Neyse, bu Feldenkrais konusu çok uzun, ben konuma döneyim.
Demem o ki, meditasyon,
öyle korkulacak veya büyütülecek bir şey değil. Nasıl oturduğunun önemi yok.
Oturabildiğin en rahat şekilde otur (yatsan da olur da, uyuya kalacağın kesin
olduğundan oturmak en iyisi) ve meditasyon boyunca hareket etmemeye çalış.
Yalnız minder önemli. Totomuz
rahat etmeli. :-D
Doğal karabuğday kabuğu
dolgulu benimkisi. Hem totomun şeklini alıyor, hem de çökmüyor, hava
sirkülasyonu da sağlıyor. Tüm diğer dolgu malzemelerinden çok daha dayanıklı ve
uzun ömürlü. Pahalı bir şey de değil.
Evi yenileme işine
girmişken, koltukları, yatağı, yastıkları karabuğday kabuğu dolgulu mu yapsam?
Haşır haşır, biraz ses olur kullanırken ya…
Bu karabuğdayın dışı da içi kadar kıymetli demek ki. İçinde buğday geçiyor ya, yakından uzaktan yok alakası aslında. Kuzukulağıgillerden, bitkinin tohumsu meyvesi.
Aleksandra, bana
yıllar önce гречка (grechka) diye getirmişti, “Her şeyin yanında haşlayıp
yeriz. Biz bunun sayesinde inceciğiz.” demişti de, pişirip de denememiştim
bile. O zamanın cahil aklı işte.
Glütensiz, alkali, protein
zengini (tüm esansiyel amino asitleri içeriyor), pembe GI’lar arasında, lif
kaynağı, antioksidan, magnezyum ve demir zengini bir süper yiyecek. Tibet’ten
çıkma olduğunu ve Ayurveda’da diyabet ve obezite tedavilerinde kullanıldığını
öğrenince de çiğ çiğ yiyesim geldi.
Böyle yiyeceğini, nereden
geldiğine kadar, derinlemesine araştırınca, ona iyice bakıp, koklayıp, onu
doyasıya seyreylerken nerede, nasıl yetiştiğini -toprağı, havayı, bulutu,
güneşi, yağmuru, rüzgârı, doğa anayı-, sofrana gelene kadar geçirdiği evreleri,
onu toplayanı, getireni, pişireni, hepsini düşündükçe muazzam bir farkındalık doğuyor.
Hem de öyle bir
farkındalık ki bu, bırak makinelerden geçmiş, rafine edilmiş, boyalar ve
kimyasallar eklenmiş, paketli ikincil yiyeceklerden uzaklaşmayı, doğadaki haliyle,
o ana, birincil yiyeceklere koşuyorsun. Yemek üzere eline aldığın, önüne koyduğun her
yiyecek içinde güneşi, doğayı arıyorsun. Her ısırıkta, o tarladaki esintiyi
hissetmek, yağmuru damağında tatmak istiyorsun. Toprağın şifasını tüm duyularınla; görüp, dokunup, koklayıp, tadıp, doyarak; içine alıyorsun.
Bir baktım, buzdolabımı ağzına kadar taze sebze ve
meyveler ile doldurmuşum.
“Düşün de YE!” fikrine
odaklandıkça ete ve ürünlerine de bakışım değişmeye başladı sanki.
Greenpeace’in “Sağlıklı
ve çevre dostu bir üretim yapmadığı sürece tavukçuluk sektörünü soframıza buyur
etmiyor, bahanelerini ve ürettiklerini yutmuyoruz” dediği “YUTMAYIZ!” (http://imza.greenpeace.org/yutmayiz?b) kampanyasını imzaladığımdan beri, tavuk yememeye
çalışıyordum da, yumurtaya, ete, Bayramoğlu dönere hayır demiyordum. Yememeyi
aklımdan bile geçirmiyordum.
Soframdakilerin nereden
geldiğini tüm duyularımla hissetmeye, yaşamaya çalışırken, bunu konu et olunca, yapamıyorsun. Onu bulduğuna şükredemiyor, minnet duyamıyorsun. Olmuyor!
Ankara armuduna şöyle dikkatlice bakınca
ağzının suları akmaya başlıyor da, tavuğa, koyuna bakınca, onu yemek geliyor mu
insanın içinden gerçekten de? Ruhumuza iyi gelen, onları hoplayıp, zıplarken,
koşarken, yaşarken seyretmek değil mi?
O kaybettiğimiz doğal
içgüdülerimizde hayvan yemek yok sanki.